BU İŞ SADECE MADDE
DEĞİŞTİRMEKLE OLMAZ...
* Darbeleri önlemek için, iç hizmet yasasını değiştirmek semboliktir ancak yetmez. Asıl yapılması gereken askeri okullardaki eğitimin elden geçirilmesi ve genç subay adaylarının kafalarına "koruma ve kollama" görevinin sokulmamasıdır.
BU İŞ SADECE MADDE
DEĞİŞTİRMEKLE OLMAZ...
Başbakan Yardımcısı Bozdağ, Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet kanunundaki ünlü “Koruma ve kollama” maddelerinin değiştirileceğini açıkladı. Hatırlarsanız, her darbe öncesi ve sonrasında askerler "Biz ülkeyi iç ve dış düşmanlara karşı korumak ve kollamakla görevliyiz, iç hizmet kanunumuzda var" derlerdi. Hani "Ne yapalım, mecburiyetten dolayı müdahale etmek zorundayız" der gibi bir şey...
Şimdi bu maddelerdeki ve asker yeminlerindeki söylem değiştirilecek.
İyi, güzel tabii. Sembolik bir önemi var. Ancak işte o kadar. Aklına koyan "Eh, iç hizmet kanunu değişti, bundan böyle darbe yapamayız" diye vazgeçmez.
Yıllardır yazarım, asıl önemli olan, askeri liselerde okutulmaya başlanan “Devrim ve Atatürkçülük” kitaplarının elden geçirilmesidir.
Bu kitaplar kaldırılmasın, ancak genç beyinlere, gerektiğinde yönetime el koyması gerektiği, hatta görevinin bunu gerektirdiğini vurgulayan yaklaşımlar yok edilsin.
Genç subay adaylarımıza öylesine bir Türkiye imajı çiziliyor ve öylesine bir “Umacılar” dizisi anlatılıyor ki, daha ilk çağlarından itibaren, o genç çocuk müdahaleyi kendinde bir hak ve görev gibi görüyor.
Sivil kesimde okutulan kitaplarla, askeri okullarda okutulanlar arasında dünyalar kadar fark var. O zaman da sivil kesim ile asker kesimi birbirinden apayrı yerlere bakıyor. Çok farklı anlayışlarla yetişiyor.
Genelkurmay Başkanlığı, eminim bu konuyu düşünüyordur. Bu aralarda eğitim kitaplarının elden geçirilmesi, “Atatürkçü ordunun dağıtılması” gibi algılanabileceği için, çekiniyor ve adım atmak istemiyor olabilirler. Ancak ne olursa olsun, eninde sonunda bu değişimi gerçekleştirmek zorundayız.
Bu zorunlu adımı askerin kendisi atmazsa, günün birinde sivil otorite atacak ve o zaman işler çok daha zorlaşacak.
Unutmayalım ki, darbeci anlayış kanun değiştirmekle değil, kafaları değiştirmekle engellenebilir.
“SİZİN YÜZÜNÜZDEN
BABAMA HASRETİM...”
“Doğruluğunu araştırmadan yapmış olduğunuz haberler yüzünden ben şu an babama hasretim.” Geçtiğimiz hafta içinde, Van depremini yaşamış bir okurumdan aldığım mailde yer alan bu ifadelere çok üzüldüm. Pınar, 23 Ekim 2011’deki depremde yıkılan Safa Apartmanı’nın sahibi Nezih Baş’ın kızı. Baş, yıkılan binada taşıyıcı kolonları kesmekten dolayı kusuru olduğu gerekçesiyle tutuklu olarak yargılanmakta. Ve Pınar, yaşanan bu süreçte medyanın yaptığı haberler sonucunda, babasının günah keçisi ilan edildiğini düşünüyor. “Babam müteahhit değil. Kendi malının kolonlarını neden kessin? Sizler yazdınız, çizdiniz bundan dolayı dava açıldı. Sorumlu sizlersiniz...” diyor.
Pınar, basında çıkan haberlere cevap olması için, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ön inceleme, Karadeniz Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından hazırlanan raporların bir kısmını bana da gönderdi. Bu belgelere göre, apartmanın kolon sayısında ve diğer olması gereken yapı standartlarında bir kusur görülmüyor. Ama burada unutulmaması gereken, bu ve daha farklı tüm raporları, esas olarak yetkili kurumların incelediği ve gerçeklerin de medya aracılığıyla değil, adli süreç sonunda ortaya çıkacağıdır. Bu nedenle davanın bütününe hakim olmadığım bir konuya temkinli yaklaşmakta fayda görüyorum.
Adli süreç ne şekilde sonuçlanır bilemeyiz ama habercilik adına, Nezih Baş’ın peşinen suçlanmasının doğru olmadığını söyleyebilirim. Van depreminin yaşandığı dönemde Türkiye’nin içinde bulunduğu ruh halinin hepimiz hala hatırlıyoruz. Çarpık kentleşme, denetimsiz binalar, müteahhitlik ve mühendislik hataları... Bunlar Türkiye’nin hala ders alamadığı ve geride bırakamadığı gerçekler olarak, Van’da bir kez daha karşımıza çıkmıştı. Herkesin canının yandığı bu dönemde, tüm bunlardan sıyrılarak, doğru ve adaletli yayın yapmak, haberciliğin her zaman ilk şartıdır. Baş ailesi için de, gerçeklerin bir an önce, adli makamlarca ortaya çıkarılmasını diler ve bir gazeteci olarak, Pınar’ın bu gerçekleri kamuoyuna aktaracağımdan şüphe duymaması gerektiğini bilmesini isterim.
SONER YALÇIN’A
KİM YANIT VERECEK?
Silivri’den mektup var. İçinde de çok mantıklı sorular soruluyor. Yarınki duruşmada, acaba yargı makamı da, bu veriler karşısında farklı bir tutum takınacak mı?
“Sevgili Mehmet Ali Ağabey;
2 yıldır Silivri’de tutuluyorum…
Savcı diyor ki, davanın esasını bilgisayarlardaki Word dosyaları oluşturuyor.
Boğaziçi Üniversitesi diyor ki, bilgisayarlarda virüs var.
ODTÜ diyor ki, bilgisayarlarda virüs var.
Yıldız Teknik Üniversitesi diyor ki bilgisayarlarda virüs var.
ABD’li Data Devastation diyor ki bilgisayarlarda virüs var.
TÜBİTAK diyor ki bilgisayarlarda virüs var.
Mahkemeye getirilen bilirkişi diyor ki, “Bir bilgisayarda virüs varsa, o virüs olan bilgisayara güvenilmez. Virüs bilgisayarın üst verilerini, kullanıcı adını, tarihlerini vs. değiştirebilir. Bunu 12 yaşındaki çocuk bile yapar”.
O halde…
Neden mahkeme 2 yıldır virüs bulunduğu tespit edilen bilgisayarları delil olarak görmektedir?
Bunu hukuk içinde kalarak yanıtlayabiliyor musunuz?
Silahı, bombası, şiddet eylemi olmayan Türkiye’nin bilinen tanınan bir yazarının 2 yıldır hapiste tutulmasını anlayabilir misiniz?
Niye bu ısrar?
Adaletin üzerinde “Görünmez bir el” mi var?
Soner Yalçın
Silivri 1 Nolu Cezaevi”
Bu yazılara cnnturk.com'dan da erişebilirsiniz.
|