İKİ SEÇENEĞİMİZ VAR:
KAVGA VEYA ANLAYIŞ
PARİS
Önümüzdeki dönemde, Avrupa Birliği ile son derece duyarlı bir müzakere sürecine gireceğiz. Artık karşımızda, 17 Aralık 2004’teki Avrupayı bulamayacağız. Hepimizin tanıdığı veya tanıdığını sandığı Avrupa yok. Referandumlarla sarsılan, ardından da derin bir iç hesaplaşma, kendini arama sürecine giren bir Avrupa ile karşı karşıyayız.
Eskiden kararları hükümetler alırlar, krizleri onlar çıkarırlar ve uzlaşıları da yine onlar bulurlardı. Herşey kapalı kapılar ardında pişirilir, kamuoyu bu oyuna dahil edilmezdi. İşte bu yaklaşım da değişti.
Herşey altüst oldu.
Oyunun kuralları yeniden oluşturulacak. Yeni değerler, yeni hedefler, yeni yöntemler bulunacak. Zira AB sistemi yaralandı. Temel ilkeler hala geçerli, ancak bu defa kamuoylarındaki kuşku ve kaygıların giderilmesi gerekecek.
Avrupa halkı korkuyor.
Avrupalı, yabancıların gelip işlerini almasından korkuyor. Sosyal güvencelerini kaybetmekten ve zenginleşememekten ürküyorlar.
İşte böyle bir Avrupa ile müzakere masasına oturacağız.
Pazarlık ederken de, sadece kendi çıkarlarımızı değil, kendi çıkarlarımız kadar, karşı tarafın duyarlıklarını, gereksinimlerini, kuşku ve kaygılarını da hesaba katabilirsek başarılı olabiliriz.
Ne demek istediğimi, örnekleriyle anlatmak isterim:
1 inci SEÇENEK:
SADECE KENDİNİ GÖZETMEK
Müzakerelerde benimsenebilecek seçeneklerin biri, nalıncı keseri gibi herşeyi kendimize yontmaktır.
Örneğin, Serbest Dolaşım...
Türkiye, serbest dolaşım konusunda son derece sert olur. Daha önceki uygulamaları, AB’nin diğer adaylara gösterdiği esnekliğin aynını ister. Macaristan veya Polonya’nın elde ettiklerinden bir dirhem geri adım atmaz. Elde edemediği taktirde de kriz çıkarır, müzakereleri askıya almaya kadar gider.
Örneğin fonlardan yararlanma...
Türkiye, 15-20 yıl önce üye olmuş İspanya, Yunanistan veya Portekiz gibi, yapılacak yardımların en üst düzeyde tutulması için büyük uğraş verir. Beklentilerini elde edemediği taktirde de, ipleri gerer. Yine krizli bir sürece girer...
2 inci SEÇENEK
ANLAYIŞ GÖSTERMEK
Büyük bir kriz içinde çalkalanan Avrupa ile müzakerelerde sergilenebilecek ikinci seçenek, karşı tarafın sorunlarını iyi anlayıp ona göre uzlaşı formülleriyle ortaya çıkmaktır. İstediğimizi elde edemeyeceğimizi bildiğimiz belli başlı konularda, karşı tarafın duyarlıklarını hafifletecek çözümleri bulmak, Türkiye’ye yarar sağlayacaktır. AB’nin HAYIR deyip kapıyı kapatması yerine, onları rahatlatacak formüller, kapıları açacak, müzakerelerin havasını değiştirecektir.
Aynı örnekleri tekrarlayalım...
AB’nin en büyük korkularından biri, Türk işçisi istilasına uğramaksa, Türkiye’nin elde edemeyeceğini bilmesine rağmen, sırf “ne amansız pazarlık ettik” cakası satmak yerine, bu korkuyu dağıtacak formüllerle ortaya çıkması bize puan kazandıracaktır.
AB kamuoyundaki yersiz kuşku ve kaygıları dağıtacaktır.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
AB toplumları için Türkiye çok büyük bir lokmadır. Yutulması, hazmedilmesi güç ve aynı zamanda çok pahalıya mal olacak bir bir ülkedir.
Bizlerin Avrupayı sarsmak, halklarını rahatsız etmek için tam üyelik peşinde koşmadığımızı da en iyi şekilde yine bizler anlatabiliriz.
Maksimalist (herşeyin en fazlasını istemek) davranmak, kendi bindiğimiz dalı kesmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Biliyorum şimdi bazı okurlarım “ne yapalım yani, daha ödün mü verelim? Ne isterlerse kabul mü edelim?” diye tepki gösterecekler ve beni teslimiyetçilikle suçlayacaklar.
Oysa benim anlatmak istediğim şey bambaşka...
AB ile müzakerelerin başarılı geçmesine ve Avrupadaki havanın dağılmasına yardımcı olmak istiyorsak (ki, bu özellikle bizim çıkarımızdır), o zaman 2 inci seçeneği tercih etmeliyiz.
AB ile köprüleri atmak, müzakerelerin ertelenmesini sağlamak amacında olanlara ise 1 inci seçeneği tavsiye ederim.
Bağcıyı mı dövmek , yoksa üzüm mü yemek istiyoruz?
Bağcı dövmek kolaydır. Ancak kavgadan çıkarların zafer çığlıkları kısa sürer. Dayak attıklarını sandıkları kişiler kadar zarara uğradıklarını hemen anlayıverirler. O zaman da iş işten geçmiş olur...
Bu yazılara cnnturk.com'dan da erişebilirsiniz.
|