10 YIL ÖNCE
KAÇAN BÜYÜK FIRSAT
Eminim hatırlayacaksınız.
Bundan 10 yıl önce, sabah kalktık ve Başbakan Ecevit’i televizyon ekranlarında “Abdullah Öcalan yakalandı ve Türkiye’ye getirildi” derken gördük.
İnanılması son derece güç bir haberdi.
Düşünebiliyor musunuz, o tarihten önceki 10 yıl süresince korkunç olaylar yaşanmış, 30 bin Kürt-Türk insanımız ölmüş, binlercesi de yaralı-sakat kalmıştı.
PKK bir ara, Güneydoğu’nun özellikle kırsal bölümlerini geceleri kontrol edebilecek duruma girmiş, neredeyse bölgeye gelenlere vize vermeye kadar işi uzatmıştı. Hergün bir olay, hergün kanlı bir baskın yapılıyordu.
Türkiye paramparça olmuştu.
İşin kötü yanı, PKK ülke içindeki bir kesim tarafından terör örgütü gibi görülmüyordu. En basit hakları dahi elinden alınmış Kürt toplumunun bir ayaklanması olarak algılanıyor, dışarda da, insan hakları adına mücadele veren “Silahlı bir Sivil toplum örgütü” muamelesi görüyordu.
Ülkeyi yöneten siyasi kadrolar, işin kolayına kaçıp, PKK’yı tamamen bir terör örgütü gibi görüp, Kürt sorununu unutmuşlar ve tüm olayı askere ihale etmişlerdi.
Asker siyasetten anlamaz. Asker, silahlı mücadele için eğitilir. Nitekim TSK, kanı canı pahasına PKK’ya savaş açtı. Siyasilerde tribüne çıkıp seyreder oldular.
1999’a kadar, bu korkunç senaryo devam etti.
Ecevit’in o ünlü açıklamasına kadar.
Öcalan’ı Türkiye’ye dönemin ABD Başkanı Clinton hediye etmişti.
Washington’un Ankara’dan üç isteği vardı:
- Yolda öldürülmeyecek
- Adil bir yargılama yapılacak.
- Kürt sorununu çözmek için gereken adımlar atılacak.
Türkiye bu üç beklentiden ilk ikisine uydu. Ancak, PKK’nın beslendiği esas bataklığı (Kürt sorunu) kurutmak için hiçbir şey yapmadı.
Öcalan’ın mahkemesi adildi. Verilen idam cezası da, o günün yasalarına uygundu.
Koalisyon hükümeti (DSP-ANAP-MHP) günün koşullarına göre son derece cesur bir adım attı ve bir pundunu bulup Öcalan’ı asmadı. Cezayı erteledi.
Öcalan’ı asmak, Güneydoğu’yu eskiye oranla daha da beter bir kan gölü yapmak, Kürt kökenli vatandaşların hiç değilse bir bölümünü tahrik etmek anlamına gelecekti.
En ilginci, bu karar askeriyle, koalisyon ortağı olan MHP’nin göz yummasıyla, toplumun büyük bir çoğunluğunun onayıyla alındı.
Türk halkı ne sokaklara döküldü, ne de protesto etti. İnanılmaz bir sağduyu gösterdi.
Öcalan da bu jeste karşılık, PKK’dan ateş kesmesini, silah bırakmasını ve Türkiye’yi terketmesini istedi.
Gerçekten de, o kanlı örgüt bu emre uydu ve Kuzey Irak’taki Kandil dağlarına çekilip beklemeye başladı.
Bizlerde beklemeye girdik. Yıllar, yılları kovaladı.
Güneydoğu’da silah sesi duyulmaz olmuş, yatırımlar artmış, insanlar zenginleşmeye başlamıştı.
Beklenen, Türk siyasi kadrosunun hareket etmesi ve Kürt vatandaşlarımızın ihtiyaçlarını karşılaması idi. Siyasi açıdan koşullar çok iyiydi. PKK çekilmiş, Türkiye savaşı kazanmış, terör durmuş, örgütün liderini hapsetmişti. Artık kolaylıkla harekete geçilebilirdi.
İşte, böylesine en elverişli ortam ve kolay kolay ele geçirilemeyecek olan bir fırsat, göz göre göre kaçırıldı.
Avrupa Birliği reformları için nice yasa çıkarılmış olmasına rağmen, 2001 ekonomik krizi, iç siyaset kavgaları, koalisyonun dağılması, 2003’deki genel seçimlerde AKP’nin iktidar ve hemen ardından de Irak’ın ABD tarafından istila edilmesi sonucu Kürt sorununa gereken özen gösterilmedi. Bu sorun adeta unutuldu.
Bizde hep böyle olmaz mı?
Bir işe heyecanla gireriz. Sonra bu heyecan biter ve hedeflerimizi biz bile unuturuz.
Kürt sorunu konusunda da aynen bunlar yaşandı. Öcalan’ın hapsedilmesi ve PKK’nın Kandil’e çekilmesiyle Kürt teröründen kurtulduğumuzu sandık.
Eğer 1999-2006 arasında, bugün gelinilen noktaya ulaşabilsek, Kürtçe konusunda şu adımları o zaman atabilseydik, PKK’yı hala Kandil’de tutuyor olabilirdik. Zira o dönemde PKK’yı yöneten kişiler kendi kellelerini kurtarmaya çabalıyorlardı.
Yine hatırlayacaksınız, o dönemde Amerika kaynaklı bir plan ortaya atılmıştı. Buna göre, Türkiye eli kana bulanmamış PKK militanlarına kısmen af getirecek ve en önemlisi, PKK yönetim kadrosunun da Avrupa’nın çeşitli başkentlerine gitmelerine izin verilecekti. Bu, PKK’nın eritilmesi planıydı,
Ankara bir türlü karar veremedi.
Önce koalisyon ortakları anlaşamadı, ardından asker de itiraz edince, o plan da suya düştü.
1990’larda “terör bitmeden Kürt sorununda adım atarsak, boyun eğdirdik derler, PKK’ya bu ödünü vermemeliyiz” diyen Türk devleti, Öcalan’ın yakalanmasından sonraki dönemdeki vurdum duymaz tutumuyla, adeta PKK’nın yeniden dirilmesine çanak tuttu.
2006’ya gelindiğinde, PKK’nın iki seçeneği vardı. Ya Kandil dağında eriyip yok olacak veya tekrar silaha sarılıp, terörü tekrar başlatacaklardı. Kandil’de oturdukları sürece, kadrolarını kaybetmeye başlamışlardı.
2006’da ilk kurşunlar atıldı.
2007den itibaren, yavaş yavaş eski sürece geri dönüldü.
Bugün, geriye dönüp 1980’lerden bugüne, Kürt sorununda atılan adımlar, gelinen mesafenin bilançosunu yaparsak nasıl bir manzara ile karşı karşıya kalıyoruz? Hala, çok korktuğumuz “bölünme” veya “iç savaş” tehlikesi var mı?
Yarınki yazımda bu soruların yanıtlarını arayacağım.
Bu yazılara cnnturk.com'dan da erişebilirsiniz.
|