Türkiye Cumhuriyetinin son 50 yılında süre gelen büyük bir mücadele yaşanıyor. Şu sıralarda bu mücadelenin en kritik bir aşamasından geçiyoruz.Ülke'nin önünde iki seçenek var.Ya süper lige çıkacak ve bölge'nin en dinamik ve güçlü ülkesi olarak oyuna katılacak veya 2 inci lig'de top koşturacak.
Türkiye Cumhuriyetinin son 50 yılında süre gelen büyük bir mücadele yaşanıyor. Şu sıralarda bu mücadelenin en kritik bir aşamasından geçiyoruz.
Ülke'nin önünde iki seçenek var.
Ya süper lige çıkacak ve bölge'nin en dinamik ve güçlü ülkesi olarak oyuna katılacak veya 2 inci lig'de top koşturacak.
Buna, iki ayrı Türkiye'nin birbiriyle mücadelesi dahi denebilir.
Bir Türkiye var ki, eski alışkanlıklarından kurtulmak istemiyor. Tüm değişimlere direniyor.
Bu kesimin en belirgin yanı, siyaset yapabilmek için devlet bütçesini kullanmak, üretim yerine borçlanarak yaşamak. Ayağını yorganına göre uzatmak yerine, imkanlarının ötesinde harcama yaparak yarınını düşünmemek.
Politikacılar devlet kadrolarını şişirerek, devlet ihalelerini ve olanaklarını kullanarak, partilerine hem oy, hem de gelir sağlama yöntemine alıştılar. Çiftçilere abartılı destek primleri vermek, esnafa ucuz kredi dağıtmak en popüler yöntemler arasındaydı. Verimi arttırmak veya modernleşmeyi gerçekleştirmek için harcanacak fonlar, bahşiş gibi kullanıldı.
Zaman içinde kanserleştirilen bu alışkanlıkların bir gün patlak vereceği hiç düşünülmedi. Geçmiş yıllarda uğranılan yol kazaları, o günlerin koşulları içinde ve Türkiye'nin stratejik önemi dikkate alınarak Batı tarafından dengelendi. Her iflas olayı, batı klübünce karşılandı. Bu şekilde son 50 yıl içinde Türikye tam beş defa iflas etti ve kurtarıldı.
Bugün değişime direnenlen, işte bu eski alışkanlıklardan ayrılmak istemeyenlerdir.
Bu kesim, içine dönük dünyadan kopuk ve devletten gelen kaynaklarla yaşamak isteyenlerden oluşuyor. En büyük güçleri de, 30 milyon seçmen oyunun yarısına sahip olmalarıdır. Siyasi partileri, rehine aldıkları ve oylarıyla şantaj yaptıkları için de son derece güçlüler.
Bu grubun yanısıra, bir de devlet ihalelerinden zenginleşen bir kesim var ki, onlar hem iktidardaki partilerin kasalarını, hem de kendi ceplerini doldurduklarından dolayı, gizlice eski düzeni tercih etmektedirler.
2 İNCİ TÜRKİYE, TAM AKSİNE HAREKET EDİYOR
Buna karşılık, ikinci bir Türkiye var ki, bu düzenin tamamen değişmesi gerektiğini savunuyor.
Uluslararası normların geçerli olduğu, Uluslararası rekabete açılmış, ihracata dönük ve Avrupa Birliğini hem ekonomik hem de siyasi-sosyal ilkeleriyle (Kopenhag Kriterleri) benimseyen bir Türkiye istiyor.
Vergi toplayamadığı için, yüksek enflasyonla borçlarını ödemeye çalışan sisteme karşı çıkıyor. Devletin kendilerinden aldığı vergileri, oy toplamak için esnaf ve çiftçiye bilinçsiz şekilde dağıtılmasına tepki gösteriyor.
Bu kesimin en büyük özelliklerinden biri, devlet ile iş yapmaması, devletin eline bakmamasıdır. Diğeri de, Türkiye'nin Uluslararası toplumda yerini alıp, bir dünya devleti olması.
ESKİ TÜRKİYE SIKIŞTI...
Şu anda iki Türkiye arasındaki mücadele en gerilimli dönemini yaşıyor.
Sayısal avantaj eski Türkiyecilerden yana.
Anadoluya onlar egemen. Yanlarına da siyasi partilerin büyük bölümünü çekmiş durumdalar. Bunların yanısıra. Kendilerini katıksız Atatürkçü olarak tanıtan kesimleri de yanlarına çektiler.
Sloganları basit: “Emperyalist Batı, Türkiye'yi manda altına almak istiyor. Dışardan dayatılan politikalara karşı çıkalım. Ülkenin bölünmezliğini, bağımsızlığını koruyalım...”
Ancak önemli bir hendikapları var.
Direndikçe, başlarının üstünde sallanan demoklesin kılıcı sayılan “3 üncü kirizin” kelleleri kesme olasılığı artıyor.
En büyük korku bu.
Hayatımıza yeni giren “piyasalar”, herşeyi denetliyor. Kararları etkiliyor, politikaları çiziyor.
“Eski Türkiye” değişen bu koşulları henüz tam olarak anlayabilmiş de değil. Bundan dolayı, el yordamı ile yoluna devam ediyor.
Telekom'a direniyor, esnaf ve devlet memurlarına pay koparmaya çalışıyor. Tütün konusunda başkaldırıyor. Ancak her defasında piyasalardan karşı tepki geldikçe sesi ve tepkisi azalıyor. Siyasilerin korkusu artıyor.
“Eski Türkiye'yi” zorlayan ikinci temel sorun da, paranın bitmesi. Nehrin suyu kurudu. Ne içerden ne de dışardan, değirmenin dönmesini sağlayacak su akmıyor. Yani, eskiye dönüş artık çok güç.
YENİ BİR DÜZEN KURULUYOR
Türkiye'nin önemli bir bölümü, “Derviş yasaları” diye adlandırılan değişikliklerin ne anlama geldiğini ve yaşanan krizin derinliğini kavrayabilmiş değil.
3-4 aydır yaşanan gelişmelerin, eksi krizler gibi bir yol kazası olduğunu ve biraz çabayla üstesinden gelinebileceğini sanıyorlar. Oysa, durum çok farklı.
Türkiye, uzun yıllardır için için büyüyen apsenin patlaması sonucu, derin bir komaya girdi. Yeniden canlanabilmesi de, tüm eski alışkanlıklarından, iş yapma anlayış ve yöntemlerinden vazgeçebilmesine bağlı. “Derviş yasaları” sadece ekonomik sistemin değil, ülkenin siyasi sisteminin de değişmesine yol açacak bir reform niteliğindedir.
Bu açıdan bakıldığı zaman, Türkiye'nin önünde iki seçenek var.
Biri, bir süre kemerleri sıktıktan sonra, ilerde uygulamaları yozlaştırıp tekrar eskiye dönme yollarını aramak.
Bu seçeneğin en önemli sakıncası, Türkiye'nin bir süre sonra, daha büyük bir krizin içine düşmesi. Hiperenflasyon dev bir işsizlik dalgası ve ülkenin kargaşaya girmesi.
Allahtan, toplum bu tehlikeyi görüyor. Tam olarak algılayamasa dahi, sağduyu ile felaketin kokusunu alıyor.
Diğer seçenek, Derviş reformlarına yapışmak, hatta daha da ileri gidip, bütün apseleri bu kriz döneminde ve kriz sayesinde temizlemektir.
Kriz, bütün olumsuzluklarına rağmen hem Türkiye'nin geneline, hem de siyasilere büyük bir olanak yaratmaktadır.
Türkiye, ekonomik sistemini ilk ve son defa düze çıkartabilme olanağına kavuşabilecek; siyasiler de yeni bir başlangıç yapabilecekler. Artık, eskiye dönüşün imkansızlığını görebildikleri taktirde “reformlara” sarılarak geleceklerini kurtarma olanağına yakınlaşacaklar. Aksi halde, yok olup gidecekler.
İNCİ VE UZUN BİR YOLUN ÜZERİNDEYİZ
Türkiye bu krizden çıkabilir.
Kamuoyunda öylesine bir değişim havası esiyor, öylesine bir reform isteği kabarıyor ki, gidişi bozmak ( büyük bir Uluslararası ekonomik deprem dışında) siyasiler arasındaki olası bir kavgadan veya yine iç polikita oyunlarına kapılmaları sonunda belirebilir.
Önümüzdeki üç ay hayati önemde. Eğer bu üç ay kazasız geçilebilirse, niyet mektubuna harfiyyen uyulursa, Türkiye yolun bir bölümünü kat etmiş olacak.
Herkese bir güven gelecek.
Hükümete duyulan kuşkular azalacak.
Bu olanağı kaçırmamak gerekiyor.
Aksi halde, kamuoyu sadece siyasi liderleri cezalandırmakla kalmayacak, siyasi sistemi olduğu gibi devirecektir. Bu defa, demokrasiye “ince ayarı” askerler değil, Türk toplumu yapacaktır.
Bu yazılara cnnturk.com'dan da erişebilirsiniz.
|